“Aileler, sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hissetme fikrini tekeline almış akıllı PR şirketlerine benziyorlar.” İllüstrasyon: Lyndon Hayes
Bakım altında, travmatik bir çocukluğun üstesinden gelen, sevilen şair için hayat 50’sinden sonra başlıyor. Sırada daha fazla tiyatro ve televizyon projeleri var.
Londra, Berkeley Meydanındaki Hint restoranı Benares’e vardığımda Lemn Sissay oraya benden önce varmış ve sigara içmek için dışarı çıkmıştı bile. Sissay ile daha önce hiç tanışmamıştım, ama size kendinizi eski bir dost gibi hissettirme konusunda gerçek bir şair yeteneğine sahipti. Restoranın yanındaki Bentley galerisinin dışında dikiliyoruz – burası eski bir Hint restoranı değil – ve yüzünde genişçe bir gülümsemeyle buraya neden özellikle o gün geldiğimizi anlatıyor: “Öğle yemeği için buluşacağımızı söyleyince hemen bu bir Hint restoranı olmalı diye düşündüm!” diyor, “Bağımsızlık ve bölünmeden bu yana bugün tam yetmiş yıl geçti, bunu es geçemezdik, öyle değil mi?”
Sissay’ın kendi karmaşık kökeni Etiyopya, Wigan’ın dışındaki koyucu aile ve bakım evlerinde, yabancıların sadece Hintli veya Pakistanlı olduğu sokaklara dayanıyor. “Bu Lancashire köyleri başlangıçta başka kimsenin çalışmadığı fabrikalarda gece çalışmak için gelen Hint topluluğuna inanılmaz düşmanca davrandı,” diye anlatıyor. “Fabrikalar kapatıldığında, geç saate kadar açık kalan dükkanlar açtılar ve işler daha da kötüleşti. Fakat ülkemize getirdikleri yiyecekler, yemeğe bakış açımızı sonsuza dek değiştirdi.”
Bu gerçeği kutlamak için mermer bir otel lobisi görüntüsüyle çelişen Pencap yemek ruhunu tandır fırınından çıkaran Benares’den çok daha iyi yerler var. Mutfağa bakan bir penceresi olan bir yan odaya oturuyoruz. Burası insana Big Brother evindeki hücre hissini veriyor. Her şeyin açık olduğu bu düzen, Sissay’ın açık sözlülüğüne uygun görünüyor.
Tandır ratan (£ 27); Changezi chaapein (£ 36); Tandır macchi aur kekda (£ 32); dal (£9) yediler.Moksha ve Mango Wood kokteyllerinden (£ 9.50) içtiler.Benares, 12a Masası, Berkeley Meydanı, Londra W1J 6BS; 020 7629 8886 Fotoğraf: Observer’dan Antonio Olmos
Sissay buraya doğruca Kanal 4’teki bazı televizyoncularla yaptığı bir toplantıdan gelmiş, sanki böyle bir şey varmışçasına, “güzel bir toplantıydı” diyor. Koruma bakımındaki ve evlat edinilmiş çocuklar için bir şov ya da dizi yaratmak üzere görüşmelerde bulunuyor. Hemen bir liste sayıyor; “Külkedisi, Batman, Heathcliff, Harry Potter, Jane Eyre, Musa.” Aklındaki fikir, bu karakterleri şu anda bakım altındaki çocuklarla ilişkilendirmek. “Aileler, sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hissetme fikrini tekeline almış akıllı PR şirketlerine benziyorlar” diyor. “Fakat işlevsizlik de tüm ailelerin kalbinde. Ve bakıma ihtiyacı olan bir çocuk da bunun kanıtıdır. İnsanlar bunun bulaşıcı olmasından korkuyor.”
Eğer bu inancı bozabilecek biri varsa o da Sissay’dir. Etiyopyalı annesi, İngiltere’de eğitim görmeye geldiği sırada “kendini hamile bulan” genç bir kadınmış. Bir anne-bebek birimine yerleştirilmiş ve oğlunu evlat edindirmesi için teşvik edilmiş. Evlat edinme belgelerini imzalamayı reddetmiş- ancak Wigan sosyal hizmetleri onun bu isteğini görmezden gelmiş (Sissay sonunda bunu kanıtlayacak mektupları keşfetmiş). Sosyal hizmet görevlisi bebeğin adını Norman olarak değiştirmiş – adamın adı da Norman’mış- ve onu güçlü Hıristiyan inançları olan bölgenin yerlisi bir ailenin yanına yerleştirmiş. 12 yaşına geldiğinde yeni ebeveynlerinin kendilerine ait üç çocuğu olmuş. Sissay daha önce “Onlar kötü şeyler yapmış iyi insanlardı,” demişti. Şeytanın Sissay’in içinde olduğuna- bisküvi tenekesini boşalttığı için – inanmışlar ve onu sosyal hizmetlere geri göndermişler. Bakım evlerinde geçirdiği gençlik yıllarında, Sissay psikolojik ve fiziksel istismarlara maruz kalmış, sonunda herhangi bir suç işlemediği halde ıslahevine gönderilmiş ve burada olan bitene anlam vermeye çalışmış.
Çıkış yolu şiir oldu. 21 yaşında Sıkılı Yumruktaki Gergin Parmaklar (Tender Fingers in a Clenched Fist) isimli bir şiir kitabı yayınladı ve kitabını barlarda, siyasi yürüyüşlerde, ayağa kalkıp sahne alabildiği her yerde sattı. Bu ses, ince ve keskin bir şeye dönüşmüştü, Sissay’in yeni seçili şiirleri Taştan Gelen Altın’da (Gold From The Stone) bir evrim yakalandı. Sahnede büyüleyiciydi hem kendi tarihini anlatmak hem de benzer ebeveynlere sahip olanların sesi olmak için geçmişinden faydalandı.
Dört yıl önce sanatçılar, şefler ve sosyal hizmet uzmanları arasında bir girişim başlatarak, kurum bakımından yeni ayrılmış genç gruplara Noel yemekleri verilmesini sağladı. İki yıl önce güçlü bir rakip olan Peter Mandelson’ı yenerek Manchester Üniversitesi’ne rektör seçildi ve buna hala yüksek sesle gülüyor. Yaratıcı çalışmaları asla son bulmuyor.
Çaresiz bir gülümsemeyle; “keşke ilerleyebilseydim” dedi. “İlerleyemem!” Yemekten sonra, Jim Cartwright’ ın 80’ler tanımlaması olan Road (Punklar için Allan Bennett) adlı oyunun yeniden canlandırmasında, baskılanamaz anlatıcı rolünü oynadığı Royal Court Tiyatrosuna gitmesi gerekti.
Tabi önce yemeklerimizi saymalıyım: Başlangıç olarak ızgara karides ve levrek ile Sissay’in adeta gözlerinin irileştiği tavuk tikka. Sadece yiyeceği kastetmeden, “Biliyor musun, sanırım yaşamımdan zevk alıyorum,” dedi, “Oldukça heyecan verici!”
Acaba hayatında bunu ilk kez dürüstçe söylediği an bu olabilir mi?
“Öyle,” diyor “ve 50 yaşındayım. Lüks ya da başka bir şey yaşamak istemiyorum. Daha çok belki ilk defa bir şeylerin olmasını sağladığımı hissediyorum. Noel yemeği bir parçası olduğum en güzel şey … Ve Manchester, üniversite. Hayatımdan zevk alıyorum; çünkü bir amacımın, bir sebebimin olduğunu düşünüyorum.” diye ekliyor.
Bana onun için işlerin nasıl değiştiğini bir örnekle anlatıyor. Öğle yemeğimizden bir gün önce bilgisayarını kaybetmiş. Royal Court’ ta bırakmış olabileceğini umuyor ama öyle olmayabilir de. Dizüstü bilgisayarında pek çok yazısı var ve yedeğini de almamış. Aynı zamanda çantasında Wigan sosyal hizmetlerine karşı bakımı sırasında yaşadığı tacizlerle ilgili kullanacağı yasal evraklar da bulunuyormuş.
Mesele şu ki, Sissay bu kaybının asla dünyanın sonu olmadığını söylüyor. Geçmişte bilgisayarını kaybetmek gibi bir durum onun hemen “Ailem yok, kimse beni umursamıyor ve kapkara bir deliğin içindeyim” diye düşünmesine yol açıyormuş. Oysa şimdi basit sorunlar onun tüm zihinsel dayanaklarını devirmiyor. “Bu kendi içimde başarı için kriterim.’’ diyor.
Bu değişimin bir parçası da hikayesini anlatmaktaki ısrarından kaynaklanıyor. Bu yılın başlarında, olağanüstü bir performansla, kurum bakımında geçirdiği zamana psikoloğunun etkileri üzerine dosyasını açtı. Bu dava notları ilk kez, sahnede ondan pek çok şeyi okuyan aktör Julie Hesmondhalgh (Coronation Street’ten Hayley Cropper) ile ses buldu. Her şeyden önce bu çok etkileyici bir performanstı. “Bu şekilde yapmış olmamın sebebi, bazı yönlerden seyirciyle kendimi daha güvende hissetmiş olmam” diyor Sissay. “O odada çok fazla sevgi hissettim.” Dosyası, Wigan’ın sosyal hizmetlerine karşı davasında önemli bir unsur. “Umarım başkaları için bazı kapılar açar. Bakım gören insanların yetişkinlik yaşlarına erişmesi ve hiçbir şey olmamış gibi davranması gerekiyor. Sanki birileri, ‘Sen iyisin, partiyi mahvetme!’ diyor. Ben bunu yapmaya hazır değilim.”
Biraz daha yiyecek… Ana yemeğimiz kuzu tandır ve dal ve naan ile hindistan cevizinde pişmiş somon, bizi yine Wigan’ın ötesindeki yoğun baharatlı dünyaya götürüyor.
“Artık ailenin bir parçasıyım, bunu biliyorum çünkü benimle konuşmuyorlar.”
Sissay şiirlerini satarak elde ettiği az miktardaki parayı biyolojik ailesini bulmak için harcamış. Annesi Gambiya’da BM için çalışıyormuş; babası Etiyopya’da bir uçak pilotuymuş ve 1972’deki bir uçak kazasında ölmüş; Addis Ababa’da kardeşleri var. Yeniden bir araya gelişleri Something Dark (Karanlık Birşeyler) oyununda anlattığı kadarıyla pek de mutlu bir olay olmamış.
Peki şimdi ailesiyle arası nasıl?
“Benimle görüşmüyorlar. Etiyopya’daki kız kardeşimle sanırım bir yıl önce konuştum. Ama bir de şöyle düşünün, biri evinize geliyor, karşınıza dikiliyor ve size ‘Pekâlâ, sen beni tanımıyorsun ama ben senin en büyük ağabeyinim ve buraya oturacağım.’ diyor. Sanırım bu başa çıkılması pek de kolay bir durum değil.”
Habeşistan dilinde “Lemn” “Neden?” demek. “Etiyopya’da ‘Neden?’ adındaki ama sonunda adının cevabını bulan kayıp çocuk haline geldim,” diyor. “Ülke bunu kabul etti ve Etiyopyalılar dünyanın her yerinde. Boston havaalanında güvenlikten geçerken ya da herhangi benzer bir durumda güvenlik görevlisi ‘Lemn!’ diye bağıracak. Ama ailem bu sorudan hoşlanmıyor. Sanki, ‘Sen kimsin ki annemle ya da babamın anısıyla uğraşacaksın,” der gibiler.”
“İşte bu da bana ailenin ne olduğunu öğretti. Artık ailenin bir parçasıyım, bunu biliyorum çünkü benimle konuşmuyorlar.” Kahkahalarla gülüyor. Yakın zamanda yazdığı “Fallen” isimli şiirinde annesiyle geçmişlerini affedecek doğru kelimeleri buluyor:
Ben senin oğlunum!
Ve sen düşmedin.
Ve ben de senden düşmedim.
Hiç değil, hem de hiç.
“Aile, aynı zamanda bir şeyleri bırakabilmekle de ilgili,” diyor sonunda ona şiirinden bahsettiğimde.
Daha sonra, o geceki gösteriye hazırlanmak için restorandan ayrıldıktan sonra, bana çantasını ve bilgisayarını bulduğu bir mesaj gönderdi: Hayat güzel!