Ankara Atatürk Çocuk Yuvasına gelişimizin üzerinden yaklaşık bir yıl gibi bir zaman geçmişti. Ben E Blokta, erkek kardeşim A Blok üst katta, en küçük kız kardeşim de D Blok orta katta kalıyorduk.
Kardeş olmamıza rağmen aynı kampüs içerisinde yaş gruplarımıza göre farklı farklı binalarda ve birimlerde kalmamız gerekiyordu. Erkek kardeşim ile yemek saatlerinde, yemekhane de bir aradaydık. Küçük kardeşim o yıllarda 4-5 yaşlarındaydı. Onu görmek, için kaldığı bloğa gidiyorduk. D bloğun hemen girişinde ziyaretçi görüşme alanı vardı. O alana dair aklımda kalan en güzel detay alüminyum kapısı olan bir personel odası ve o odada görev yapan üç efsunlu kadın. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı güzellikte bir sinerji vardı o odada. (Birgül, Yıldız ve Merih üçlüsü.) Biri Sosyal Hizmet Uzmanı, diğeri Çocuk Gelişimci ve biri Psikolog olan üç kadın. Doksanlı yıllarda yolu oradan; Ankara-Keçiören ilçesindeki Atatürk Çocuk Yuvası, D bloktan geçen herkes tanır onları.
D Blok 0-6 yaş grubu çocuk ve bebeklerin kaldığı, 3 katlı bir birim idi. Bina giriş kapısında mermer bir tabela zemini üzerinde siyah renkli harflerle “Umay Paviyonu” yazardı. Sonra söktüler o tabelayı. Pavyon kelimesinin anlamı; Bir kuruluşun, bir kurumun bir bahçe içinde ayrı ayrı yerlerde bulunan yapılarından her biri demektir. Umay kelimesinin anlamı ise koruyucu, şefkatlidir. Bugün Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Umay” kelimesini aradığımda, bu söz Güncel Türkçe Sözlükte bulunamadı, uyarısı ile karşılaştım. Sözlüklerin güncellendiğini bilmiyordum…
Doktor Mehmet Fuat UMAY’a, Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu; etfal Arapça’da çocuklar demektir) için göstermiş olduğu takdir-e şayan başarılarından dolayı, Soyadı Kanunu ile Türk çocuklarına verdiği hizmetler neticesinde Türk mitolojisinde çocukların koruyucu ruhu “Umay”‘a atfen, Atatürk tarafından kendisine bu soyadı verilmiştir…
Dr. Mehmet Fuat Umay, 30 Haziran 1921 tarihinde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almış ve uzun süre genel başkanlık yapmış. Tasvir ettiğim D Blok Üç katlı, oldukça geniş merdivenleri olan, tarihi güzellikleri içinde barındıran bir bina. En üst kat; Bebekler katı, Orta kat 2-3 yaş grubu ve alt kat 4-5 yaş grubu çocukların kaldığı, bana göre insan ruhunu en çok inciten, o yıllarda onlarca çocuğun tabir-i caizse koyun sürüsü gibi bir alanda, koğuşta yaşamak zorunda olduğu, (O sürüye dahil büyüdüğüm için bu ifadeyi kullanmakta bir sakınca görmüyorum.) hayatı olması gerekenden çok başka bir perspektiften algıladığım çocuk birimiydi, en küçük kardeşimin kaldığı D Blok…
Bir gün öğlen yemek vakti yemekhanede, demir dört gözlü tabldot tabaklarımıza yemek almak için sırada beklerken benden 1,5 yaş küçük erkek kardeşim ile konuşuyoruz. Akrabalardan telefonla haber gelmiş. Annem (Rahmetli) doğum yapmış. Beşinci kardeşimiz Yeşim dünyaya gözlerini açmış. Bu arada biz yuvaya verilirken 4 yaşındaki kız kardeşimin henüz nüfus cüzdanı yoktu. Ebeveynlerimizin akıl muhakemesi olmadığından mı? Yoksa lüzum görmediklerinden mi bilinmez. Kurum bakımına alınmamız sürecinde işlemlerimizi takip eden Sosyal Hizmet Uzmanı Pınar Hanım çıkarttırmıştı. Beşinci bebek doğar doğmaz kimliğini çıkarttırmışlar ne hikmetse! Devlet alır bakar, büyütür diye mi düşünüldü bilinmez.
O gün yemekhanede kardeşimle yuvadan kaçıp, yeni doğan kardeşimizi görmeye gitmek için plan yaptık. Ben 11, kardeşim 9 yaşında. Demem o ki ikimizde akıl baliğ değiliz. İlk defa yuvadan kaçacağız. Maksadımız yeni doğan bebeği görmek. Ertesi gün için sözleştik. Sabah erkenden yuvanın arka tarafındaki demirlerin atlayıp “yuva çocuklarının tabiri ile dış yuvaya” kaçacağız. Sözleştiğimiz yerde buluştuk kardeşimle. Önce ben tırmandım, demirlerin üzerinden atladım ve dışarıya çıktım. Sağımı solumu kolaçan ederken bir de ne göreyim! Yuvada çalışan bir öğretmen, yukarı taraftan yokuş aşağı sabah mesaisine geliyor. Yakalandım. Hemen kardeşime seslendim. Yüksel Öğretmen geliyor, saklan seni görmesin. Çocuk aklımla bütün suçu üzerime alıp, kardeşimi koruyorum… Bugün 36 yaşındayım ve hala yapıyorum bunu. Sevdiğim, değer verdiğim (Lakin özünde ciğeri beş para etmez.) ARKADAŞ bildiğim insanlara zeval gelmesin diye bütün suçu üzerime aldığım zamanlar oluyor…
Yuvadan kaçarken öğretmene yakalanmış olmamın mahcubiyeti ve kaçış gerekçemin suçumu hafifletici olması nedeni ile öğretmenim beni affetti. Beraber yürüye yürüye nizamiye kapısından girdik. Bu süre zarfında yuvadan kaçmamın ne kadar yanlış olduğu konusunda telkinlerde bulundu. Anlattığım olayın üzerinden 25 yıl geçmiş. Yüksel Öğretmeni saygı ve minnet ile anıyorum. Kurumlarda nadiren bulunan ender insanlardan birisiydi.
Yüksel öğretmeni diğer çalışanlardan ayrıcalıklı kılan olayı anlatayım. Malumunuz yetim çocuğun başını okşamak sevaptır derler. Peygamber efendimiz (S.A.V.) Muhammet Mustafa’nın ve Ülkemizin kurtarıcısı, yuvamızın kurucusu Mustafa Kemal’in yetim büyümüş olmaları bütün yetim çocukların bir nebze teselli kaynağıdır. (Özetle: Kurtuluş Savaşı sonrası Şehitlerimizin geride kalan yetim çocuklarını himaye etmek maksadı ile Atamızın emri üzerine kurulmuş, Ankara- Keçiören de hayırsever vatandaşların bağışladığı topraklar üzerinde yer alan “Atatürk Çocuk Yuvası.”)
Yüksel öğretmen o yıllarda bizlerin başını okşayan ve bunu en güzel şekilde yapan bir örnek. Yuvaya bağış yapmak isteyen hayırsever bir vatandaştan biz çocukların banyodan sonra saçlarımızı kurutmak için saç kurutma makinesi istemiş. O dönemde 1995-1996 yılları arasında E Blokta kalan yaklaşık 35-40 çocuktuk.
Yüksel Öğretmen hiç erinmez her birimizi tek tek önüne oturtturup tek tek, saçlarımızı kurutur bunu yaparken de dakikalarda başımızı okşardı. Bunun o günlerde benim için değerini, ülkemizde altın fiyatlarının şaha kalktığı şu günlerde, bir oda dolusu külçe altın ile ifade edebilirim. Yine o yıllarda Devlet tarafından bizlere verilen harçlıkların bir kısmı ile el kremi alıp, kışın soğuğunda tavuk bacaklarına dönmüş çatlamış, yarılmış ellerimize krem sürme fikri de yine Yüksel Öğretmene aitti. Ünlü sanatçı Hülya AVŞAR ile aynı olan soy ismine istinaden çocukken akraba olduklarını sanırdık. Yüksel Öğretmeni “Şükran” ile anıyorum.
O gün onca telkine rağmen yuvadan kaçma fikrinden vazgeçmedik. Yuvanın nizamiye kapısından kardeşimle beraber “Bakkala gidiyoruz” diyerek çıktık. Keçiören-Ostim dolmuşuna binip, annemin yaşadığı eve gittik. Tabii oraya ev denilebilirse. Yıllardır faturaları ödenmediği için suyu akmayan, elektriği kesik, camları kırık içerisinde farelerin cirit attığı bir çöp ev. O evde yaşayan yeni doğmuş bir bebek ve yanında akıl muhakemesi olmayan bir anne…
Kardeşim ve ben amacımıza ulaşmıştık. Yeni doğan bebeği görmüştük. İlk ve son kez. Yuvaya geri dönmek için yola çıktık. Yolda amcam yakaladı bizi. Meğer yuvadan kaçtığımızı fark edince hemen arayıp amcama haber vermişler. O da eliyle koymuş gibi hemen buldu bizi. Gidecek başka bir yerimizin olmadığı malum. Yuvaya dönüş yolunda refakat etti bize. Sonrasında yuvaya teslim etti ve gitti.
Daha 40’ı çıkmadan haberi geldi Yeşim bebeğin. Olumsuz yaşam şartlarından, soğuktan, zatürreden “öldü” dediler. Kimliği vardı! Yeni doğmuş 40 günlük bir bebeğin ölümüne “üzüldüm” demek isterdim. Hayat şartları bana “kurtuldu” demeyi öğretti…
Psikiyatri hastası özellikle şizofreni tanılı teşhis alan insanların üreme sağlığının kontrol altına alınması gerektiği düşüncesindeyim. Bu fikrimi bir psikiyatri hekimi ile paylaştığımda “Kanunen evlenemezler.” gibi bir yanıt aldım.
Bir bebeğin dünyaya gelmesi erkek ile dişinin beraberliği sonucudur. Şizofreni tanılı, kimsesiz kadınlar suistimale açıktır. Bu konuda radikal karalar alınmalı ve uygulama noktasında ısrarcı ve takipçi olunmalıdır.
Koruyucu aile sistemini çok önemsiyorum. Yeşim bebek öldü. Yeşim bebek gibi devlet koruması altında binlerce bebek var. Yüreğinde şefkat olan, imkânı olan ve de en önemlisi “iyi insan” olanların “Koruyucu Aile Sistemi” hakkında bilgi sahibi olması gerektiği görüşündeyim.
Koruyucu aile vermez, alır. Eksilmez, artar. Her insana da nasip olmaz.
Aslı Ece AYGÜN
Koruma Altındaki Gençlerin Yüzünü Güldürmek, Onların Hayatlarına Umut Olmak İçin Desteklerinizi Bekliyoruz.